Elimdeki kalem, boş sayfanın üzerinde mıhlanmış gibi duruyor; zaman geçtikçe
kalemim öfkesini, kâğıdı karalayarak çıkarıyordu. Gözüm boş sayfaya dalıp gidiyor,
masadaki saatin sesi ise kulağımı tırmalıyordu. Yanı başımda, yatağının üzerinde
bebekleriyle oynayan kızımla göz göze geldik. “Beni yaz anne,” dedi; “yani bizi,
çocukları.” Bir kaleme, bir ona, bir de oyuncaklarına baktım. Ben kalemle değil,
gönlümle anlatabilirdim ancak onları.
Önce kanatlarım olsa diye düşündüm. Kızımı ve tüm çocukları altına alabilsem.
Balonları ve çikolataları dağıtırken, kahkaha sesleri arasında kaybolabilsem. Binlerce
elim olsa, ellerini tutabilsem. Bomba seslerini çocuk şarkılarına döndürebilsem.
Üşüyen çocukları göğsüme yaslayıp, sımsıkı sarılabilsem.
Ah çocuk, öyle bakıyorsun ki “Koşulsuz sevilmek istiyorum,” diyorsun.
Kimse bana vurmadı ama dille dövüldüğünü söylüyorsun.
Kıyas yapılmak seni ne kadar da üzüyor ama söyleyemiyorsun.
Anlattıkların dinlenilmediğinde, kendini değersiz hissediyorsun.
Sevgi görmediğinde, bir yıldız gibi kayıyorsun.
Bazen omuzunda bir el, kimi zaman da “Sen yaparsın.” sözü duymak istiyorsun.
Ne kadar uzağa gitsen, yine çocukluğuna dönüyorsun.
Çünkü orası anavatanın, biliyorsun.
Sevgi harcıyla oluşan benliğimiz, anlam verdiklerimizle yoğrulan kişiliğimiz, saygı
duydukça gelişen özgüvenimiz… Edip Cansever’in dediği gibi: “Gökyüzü gibi çocukluk,
hiçbir yere gitmiyor.”
YORUMLAR